23 Mart 2024 Cumartesi

Konuşurken "ıı", "ee" Gibi Dolgu Kelimeler Neden Kullanılır?

Konuşurken "ıı", "ee" Gibi Dolgu Kelimeler Neden Kullanılır?

Konuşma, insanların düşüncelerini ifade etme ve birbirleriyle iletişim kurma biçimidir. Ancak, konuşurken bazen "ıı", "ee" gibi dolgu kelimeler kullanırız. Peki, bu sesler neden konuşmamızın bir parçası haline gelmiştir?

## Düşünme Süreci

Konuşma, düşüncelerimizi sesli bir şekilde ifade etme eylemidir. Ancak her zaman düşüncelerimiz tam olarak organize olmaz. Bir fikri ifade etmeye çalışırken, beyin gerekli kelimeleri arar ve bu süreçte dolgu kelimeler devreye girer. "ıı" veya "ee" gibi sesler, beyin daha uygun bir ifade bulana kadar konuşmayı sürdürmemize yardımcı olur.

## Akıcılığı Sağlama

Konuşma akıcılığı, dinleyicinin dikkatini çekmek ve onu konuşmanın içinde tutmak için önemlidir. Dolgu kelimeler, konuşmacının bir sonraki cümleye geçiş yaparken küçük bir mola vermesine olanak tanır. Bu sayede, konuşmacı düşüncelerini toparlayabilir ve dinleyici de konuşmacının ne söyleyeceğini merak ederek dikkatini korur.

## Sosyal İşlev

Dolgu kelimeler aynı zamanda sosyal bir işleve de sahiptir. Konuşmacı, dolgu kelimeleri kullanarak dinleyiciye düşündüğünü ve konuşmasının devam edeceğini işaret eder. Bu, özellikle grup içinde konuşma sırasını korumak için kullanılır.

## Kültürel Faktörler

Her dil ve kültürde farklı dolgu kelimeleri bulunur. Türkçede "ıı", "ee" gibi sesler yaygınken, diğer dillerde farklı sesler kullanılabilir. Bu sesler, o dilin konuşulduğu toplum içinde doğal olarak gelişir ve iletişimde standart bir parça haline gelir.

## Sonuç

Dolgu kelimeler, konuşma sırasında beyin ve dil arasındaki koordinasyonu sağlar, konuşma akıcılığını korur ve sosyal iletişimde önemli bir rol oynar. Ayrıca, bu kelimeler dil ve kültüre özgüdür ve iletişimdeki doğallığı yansıtır.

Bu konuda daha fazla bilgi edinmek isterseniz, dilbilim ve psikoloji alanındaki çalışmalara göz atabilirsiniz. Konuşma ve dil kullanımı üzerine yapılan araştırmalar, bu fenomenin daha derinlemesine anlaşılmasına yardımcı olabilir.

---

Umarım bu yazı, blog sayfanız için yararlı olur. Eğer eklemek veya değiştirmek istediğiniz bir şey varsa, lütfen bana bildirin. İyi bloglamalar!

7 Şubat 2024 Çarşamba

Küçük Mutluluklar: Günlük Hayatımızda Kıymetli Anlar


Hayat, büyük hedeflerin ve heyecan verici anların peşinde koştuğumuz bir yolculuk gibi görünebilir. Ancak bazen, gerçek mutluluğun aslında küçük anlarda saklı olduğunu fark etmek gerekir. Günlük yaşamımızda yaşadığımız basit, sıradan görünen anlar aslında büyük bir mutluluk kaynağı olabilir. İşte günlük hayatımızda sık sık gözden kaçırılan, ancak aslında çok kıymetli olan küçük mutluluklardan birkaçı:

1. Sabah Kahvesinin Tadı:

Günün ilk ışıklarında kahvemizi alıp, sessizce pencereden dışarıyı izlemek… Bu basit ritüel, günün stresinden uzaklaşmamızı sağlayarak içimize huzur ve mutluluk getirir.

2. Doğanın Güzelliği:

Bir parkta ya da bahçede yürüyüş yaparken, doğanın güzelliklerini keşfetmek… Bir çiçeğin açması, bir kuşun şarkısı ya da güneşin sıcaklığı, içimizi ısıtarak mutlulukla doldurabilir.

3. Beklenmedik Tebessümler:

Bir yabancının size gülümsemesi, gününüzü aniden aydınlatabilir. Beklenmedik tebessümler, insanların birbirine olan bağlılığını ve güzelliğini hatırlatır.

4. Kitap Kokusu:

Yeni bir kitabın sayfalarını açtığınızda yayılan o özel koku… Bu koku, sizi hemen başka bir dünyaya taşıyarak ruhunuzu besler ve huzurlu bir mutluluk hissi verir.

5. Minik Zaferler:

Küçük hedeflere ulaşmak, başarı hissini tatmak… Bir projeyi tamamlamak, bir engeli aşmak veya bir yeni beceri öğrenmek, insanı motive eder ve mutlu eder.

6. Sevdiklerimizle Geçirilen Zaman:

Ailemizle, arkadaşlarımızla veya sevdiklerimizle bir araya gelmek, en değerli ve mutluluk verici anlardan biridir. Birlikte geçirilen zaman, hatıralarımızı şekillendirir ve hayatımıza anlam katar.

Sonuç:

Hayatın karmaşıklığı arasında, küçük mutlulukların değerini fark etmek önemlidir. Günlük yaşamımızdaki basit anlar, aslında en değerli hazineyi temsil eder. Bu küçük mutlulukları fark etmek ve yaşamak, içsel huzurumuzu ve mutluluğumuzu artırır. Unutmayalım ki, gerçek mutluluk, küçük anlarda saklıdır.


25 Ocak 2024 Perşembe

Yapay Zeka öğreniyor bakalım mantık yürütebilecek mi?

Yapay zekâ denildiğinde insanların kontrolünden çıkan robotlar akla gelirdi. Oysa yapay zekâ teknolojileri sayesinde günümüzde daha önce sadece insanların yapabildiği işlevler makineler, robotlar ya da bilgisayarlar tarafından daha hızlı, doğru ve etkin şekilde gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Peki gelecekte bilgisayarlar insanlar gibi düşünebilecek mi?



İlk yapay zekâ uygulamalarında kullanılan programlama yönteminde bir problemi çözmek için gerekli kurallar dizisi insanlar tarafından adım adım yazılıyordu. Bu işlem algoritma oluşturma olarak isimlendiriliyor. Örneğin sabahları güneş doğduğunda uyanmak istiyorsanız, ışığı algılayan bir sensör ve ses üreticinin bağlı olduğu bir bilgisayar yardımıyla ortamdaki ışık seviyesi belli değere ulaştığında ses veren bir alarm sistemi programlayabilirsiniz. Ancak problem karmaşıklaştıkça çözüm için üretilmesi gereken kurallar dizisinin yani algoritmanın oluşturulması da zorlaştı. Örneğin sürücüsüz araç teknolojileri için yoldaki yayaları, bisikletlileri ya da trafik işaretlerini tanıyabilen ve algılayabilen yapay zekâ uygulamaları geliştirilmesi gerekiyor. Ancak bilgisayarların bir nesneyi tanıması için gerekli algoritmayı geliştirmek hayli karmaşık, uzun zaman ve ileri seviyede uzmanlık gerektiriyor.



Bilgi teknolojilerinde yaşanan gelişmeler sonucu ortaya çıkan büyük miktardaki veri sayesinde bilgisayarlara her işin nasıl yapılacağını adım adım kodlayarak anlatmak yerine, bilgisayarların insanlar gibi tecrübelerinden yola çıkarak öğrenebileceği fikri ortaya çıktı. Bilgisayar öğrenmesi olarak isimlendirilen bu yöntemde verileri sınıflandırmak için algoritmalar kullanılıyor. Daha sonra bilgisayarlar bu bilgilere dayanarak bir görevi nasıl yerine getirebileceğini öğrenebiliyor. Örneğin müzik yayını yapan uygulamalarda kullanıcılara beğenebilecekleri başka şarkı önerilerinde bulunuluyor. Bu sistem kullanıcının daha önce dinlediği ve beğendiği şarkılara ait bilgileri sınıflandırıyor. Daha sonra kullanıcının tercihleriyle aynı özellikteki şarkıları belirler ve bu şarkıları kullanıcıya öneri olarak sunuyor.



Peki bilgisayarlar, bir bebeğin çevresini gözlemleyerek yavaş yavaş öğrenmesine benzer şekilde, ham verilerden anlamlı sonuçları otomatik olarak çıkarabilir mi?



Son yıllarda yapay zekâ teknolojilerinde yaşanan büyük ilerlemenin sebebi derin öğrenme olarak isimlendiriliyor. Artık Facebook yüklenen bir fotoğraftaki nesneleri sadece algılayıp sınıflandırmıyor, fotoğraftaki kişileri doğru bir şekilde otomatik olarak etiketleyebiliyor. Ya da akıllı telefonlarımızdaki konuşmaları algılayan uygulamalar neredeyse hiç hata yapmadan konuşmaları metne dönüştürebiliyor. Derin öğrenme yöntemi ise insan beyninin işleyişinden ilham alıyor. Bu amaçla yapay sinir ağları kullanılıyor. Yapay sinir ağları insan beyninin dijitalleştirilmiş şekli olarak düşünülebilir. İnsan beyninde yaklaşık 100 milyar sinir hücresi bulunur ve bu sinir hücreleri 1000’den fazla farklı sinir hücresiyle bağlantı kurabilir. Beyindeki bilişsel işlevler sinir hücreleri arasındaki bu iletişim sayesinde gerçekleşir. İnsan beynindeki her sinir hücresi başka sinir hücreleri ile bağlantılıdır. Sinir iletileri bir sinir hücresinin dendrit uçları tarafından alınır ve sinapsın ucundan diğer sinir hücresine iletilir. Yapay sinir ağları farklı katmanlardan oluşur. Veri havuzundaki bilgiler her katmanda basitten karmaşığa doğru işlenir. Yapay sinir ağına veri girişi yapıldığında ilk katmandaki yapay sinir hücreleri girdiyi alır ve bir çıktı oluşturarak bir sonraki katmana aktarır. Ara katmanlardaki yapay sinir hücreleri farklı sinir hücrelerinden veri alabilir. Bu durumda her kaynaktan gelen veri belli bir katsayı ile çarpılır ve toplam çıktı değeri elde edilir. Bu sayı belli bir eşik değerin üstündeyse çıktı bir sonraki katmandaki sinir hücrelerine iletilir. En son katmana gelen çıktıların toplamı derin öğrenme sisteminin sonucunu oluşturur. Sistem girdilerin ağırlık katsayılarını değiştirerek elde edilen sonucun doğruya en yakın olmasını sağlar.



Son yıllarda yapay zekâ konusunda yaşanan heyecan verici gelişmeler derin öğrenme yönteminde sistemin daha doğru sonuçlara ulaşmak için kendi kendini eğitme gücünden kaynaklanıyor. Böylece çok karmaşık görünen görevler ileri düzeyde uzmanlık gerektirmeden başarılabiliyor. Yöntemin başarısı ise her geçen gün üretilen veri miktarının katlanarak artması sayesinde artıyor.



Tıbbi görüntüleme yöntemleri sonucu elde edilen verilerin değerlendirilerek hastalıkların teşhisinin uzman doktorlardan daha hızlı ve doğru yapılması, CERN’de gerçekleştirilen deneyler sonucu elde edilen veriler üzerinden atom altı parçacıkların davranışlarının tahmin edilmesi, Google Çeviri’nin başarısının insanların yaptığı çevirilere yaklaşması... Bütün bu gelişmeler derin öğrenme yönteminin başarısı.



Peki, büyük miktardaki veri içinde anlamlı bağlantıları bulabilen derin öğrenme sistemi gerçekten insanlar kadar zeki mi? Bu sorunun cevabı zekâ kavramını nasıl tanımladığımızla ilişkili. İnsan zekâsının en önemli özelliği olaylar arasında neden sonuç ilişkisi kurabilmesi ve muhakeme yani akıl yürütme yeteneği. Ancak ham veriler içindeki anlamlı bağlantıları bulabilen derin öğrenme sistemi bunu neden ve nasıl yaptığını aslında bilmiyor.



Yapay zekânın gerçekten insanlar gibi düşünebilmesi için mantık yürütmeyi başarması gerekiyor.


9 Ocak 2024 Salı

Nutrigenomik

Son yıllarda beslenme alanına olan ilginin artmasıyla beraber besinler ve kalıtsal genler arasındaki ilişki çok daha fazla konuşulmaya başlandı. Özellikle Amerikan Beslenme Derneğinin 2019 yılı toplantısında ortaya çıkan sonuç, daha önce birçok diyetisyen tarafından desteklenen “kişiye özgü beslenme” terimini vurgular nitelikteydi ve farklı bireylerin aynı diyet bileşenlerine aynı tepkiler vermediğini savunuyordu. Nitekim herkes için en iyi sonucu verecek tek bir diyet yaklaşımı da yok. Altında yatan birçok faktör olsa dahi, belirli beslenme planlarının bazı kişilerde oldukça faydası görülürken bazı kişilerde de geçerliliği olmamasının asıl nedeni genetik yatkınlıklarımız olabilir. Çoğu beslenme planı bir bireyin günlük kalori ihtiyacının hesaplanması ve makro-mikro besin ögelerinin doğru oranlarda diyete eklenmesi ile hazırlanır. Bu oldukça doğru bir yaklaşım olmasına rağmen, nutrigenetik ve nutrigenomiklerin açıkladığı doğal bir unsur vardır: bireysel ihtiyaçlar ve tepki… Genetik yapımızın, sağlık ve beslenme ile arasındaki bağlantısını araştıran bu alana ise nutrigenomik deniyor. Nutrigenomik kavramı, 1990 yılında başlatılan İnsan Genom Projesi ile öne çıkmış, günümüzde ise beslenme alanında oldukça ses getirmiş bir alan. Hastalık, gen ve beslenme üçlüsü üzerinde çok sayıda araştırma yapılmasına neden olan bu alan, günümüzde genetik kodumuzun hangi besin maddelerine hangi oranlarda ihtiyacı olduğunu açıklıyor ve sağlıklı yaşamı en iyi şekilde korumaya yardımcı oluyor. Kısacası nutrigenomik ile beslenmeyle ilişkili hastalık riskini etkileyen genler tanımlanıyor ve tanımlanan bu genetik yatkınlıkların altında yatan mekanizmalar çözümlenmeye çalışılıyor. Bunun karşıtı olan ve nutrigenomikler ile sıkça karıştırılan nutrigenetik ise bireyler arasındaki genetik farklılıkların belirli besinlere karşı verdiği cevabı analiz ediyor. Kısaca özetlemek gerekirse nutrigenetik, vücudun genetik yapımıza dayalı olarak besinlere nasıl tepki verdiğini incelerken nutrigenomik, besinlerin genlerimizi nasıl etkilediğini inceliyor. Özellikle tüm dünyada yüksek prevelans ile seyreden obezite ve kalp- damar hastalıkları da nutrigenomik ile önemli derecede ilişkilendirilen hastalıkların başında geliyor. Bunun sebebi hem obezite hem de kalp damar hastalıklarının, diyet de dahil olmak üzere genetik ve çevresel faktörlerin etkileşim mekanizmalarına sahip olması! Bu nedenle, bireyin genetik geçmişinin bilgisine dayanan kişiselleştirilmiş beslenme önerileri, belirli bir diyet müdahalesinin sonuçlarını iyileştirebilir ki bu durum obezite ve kalp-damar hastalıklarını azaltmak için yeni bir diyet yaklaşımını temsil eder. Üstelik obezite, kanser, diyabet gibi hastalıkların gelişimini etkileyen birçok genetik varyasyon tüm dünyada tanımlanmış durumda. Özetlemek gerekirse, genetik farklılıklarımızın beslenme planı ile birleştirilmesine olanak sağlayan nutrigenomik, insanı bir bütün olarak ele alan kapsamlı bir beslenme felsefesinin parçasıdır. Nitekim genlerimiz de tuza ya da şekere karşı ne kadar hassas olduğumuzu, vitamin eksikliklerine olan yatkınlıklarımızı, belirli besinlere intolerans geliştirme olasılığımızı hatta vücudunuzun yaralanmaları onarmada ne kadar etkili olduğunu belirleyebiliyor. Bu durumda beslenme planlarımız ne kadar kişiselse sonucun da bir o kadar iyi olacağını söyleyebiliriz.

5 Aralık 2023 Salı

Gmail Hesabınız Silinme Tehlikesi Altında

Google, Aralık ayında en az iki yıldır kullanılmayan Gmail, Google Fotoğraflar, Drive gibi hizmetleri içeren hesapları sileceğini açıkladı.



Aslında bu adımın arkasında yatan önemli bir neden, kişisel gizlilik ve veri güvenliği olarak gösteriliyor. Kullanıcıların zamanla kullanmayı bıraktığı, unuttuğu veya artık ihtiyaç duymadığı hesapları silerek, veri bütünlüğünü koruma amaçlanıyor. Ancak bu temizlik sadece hesapları değil, aynı zamanda yıllar öncesine ait belki de unutulmuş dosyaları da etkiliyor.



Geçtiğimiz mayıs ayında da gündeme gelen bu karar sonucunda silinen hesaplar, Gmail, Google Fotoğraflar, Drive gibi uygulamalara erişimini kaybedecek.



2024'e kadar devam edebileceğini söylene Google, öncelikle hiç kullanılmamış hesapları hedef alacak. Bu hesap sahiplerine silinmeyle ilgili birden fazla uyarı gönderilecek. Bir hesabın aktif kabul edilebilmesi için son iki yılda en az bir Google hizmetini kullanmış olması gerekmekle birlikte eğer bir hesabın aktif olup olmadığından emin değilseniz, hesabınızı açık tutmak istiyorsanız belirtilen hizmetlerden birini kullanarak hesabınızı aktif hale getirmeniz öneriliyor.



Google'ın önceden YouTube'a yüklenmiş videoları olan hesapları ve iş hesaplarını silmeyeceğini de belirtelim.


30 Kasım 2023 Perşembe

Unutmak mı daha zor Hatırlamak mı?

   University of Texas araştırmacıları tarafından görüntüleme teknikleri kullanılarak yürütülen bir araştırmada, bir unsuru unutmayı istemek veya unutmaya çalışmanın, hatırlamaya çalışmaktan çok daha fazla mental efor gerektirdiği ortaya kondu. Journal of Neuroscience’ta yayımlanan araştırma sonucuna göre, istenmeyen bir anıyı veya tecrübeyi unutmak için çok daha yüksek dikkatin odaklanması gerekiyor. Ortaya çıkan bu veri, daha önce gerçekleştirilen isteyerek  unutma veya niyetli unutma araştırmalarının da sonuçlarını doğruluyor. Buna göre, bir anının tekrar gün yüzüne çıkarılması ve hatırlanmasının engellenmesi veya istenmeyen bir anıdan dikkatin uzaklaştırılması için o hatıranın ya da hafızamızın üzerine verilen dikkatin azaltılması gerekiyor. Daha önceki çalışmalarda elde edilen bu işlevsel süreç hakkındaki bilgiler, mevcut araştırmada da görüntüleme tekniklerinden alınan veriler ile geliştirildi ve modellenebilir bir hale geldi. Aynı üniversiteden Jarrod Lewis-Peacock’a göre, uyumsuz ve doğru olmayan bir takım tepkileri tetikleyen anılarımızı silmek isteyebiliriz ve on yıllardır süren araştırmalar bir şeyi isteyerek unutmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Ancak beynimizin bu süreci nasıl işlettiği halen bir araştırma konusu. Ne zaman hatıraların nasıl zayıflatıldığını daha iyi öğrenirsek ve bunu kontrol etmenin bir yolunu keşfedersek o zaman insanlara travmatik hatıralarından kurtulmaları için terapi ve tedavi yöntemleri geliştirilebilir. Anılarımız dinamik yapılara sahip, durağan ve belirli bir yerde sabit olmayan beyin bağlantılarıdır ve beyinde belirli sıklıklarla tekrar edilen, her tekrarda modifiye edilen ve tecrübelere göre yeniden organize edilen yapılardır. Büyük bir çoğunluğu uykuda otomatik bir şekilde olmak üzere, beynimiz sürekli bir şeyleri unutup, hatırlamaktadır. Ancak iş bilerek ve isteyerek unutmaya gelince çoğu zaman bu hatıraları daha çok hatırlamamıza sebep olan şeyler yaptığımızı hissederiz. Daha önceki araştırmalarda bu durumun nasıl gerçekleştiğini anlamak için prefrontal korteks ve uzun süreli işler belleğinden sorumlu hipokampus gibi hafıza ile ilişkili bölgelere odaklanan bilim insanları; Bu son araştırmada ise duyusal ve algısal bölgelerde bulunan ventral temporal korteks yapısına odaklanarak bir çalışma sergilediler. Dikkatin kaynağına değil bu dikkatin beyinde yarattığı yan etkilere baktıklarını belirten araştırmacılar, ventral temporal kortekste, karmaşık görsel bir uyarıcının hafıza yansımalarının yarattığı aktivite kalıplarını inceledi. Bu beyin aktivitesi kalıplarını görüntüleme teknikleri ile izleyen bilim insanları, gönüllü katılımcılara sahneler ve yüzler izleterek ya hatırlamalarını ya da unutmalarını istedi. Araştırma öncelikle, insanların isteyerek unutma yeteneklerinin olduğunu ancak gerçekten başarılı bir niyetli unutma aktivitesi beynin duyusal ve algısal bölgelerinde, hatırlamak için olandan daha fazla ancak ölçülü bir beyin gücü ve efor gerektiriyor. Burada gereken beyin gücünün ortalama ve ölçülü olması çok önemli çünkü fazlası hafızayı güçlendirecek çok azı da asla modifiye etmeye yetmeyecektir. Aynı üniversiteden ve araştırmanın yazarlarından Dr. Tracy Wang’a göre, aslında unutmaya niyetlenmek hafızanın aktive edilmesine ve anının hatırlanmasına sebep oluyor ancak bu doğru yerin uyarılıp ölçülü seviyede aktive edilirse, takip eden süreçte bu anının unutulması sağlanabiliyor. Yine çalışmada insanların sahneleri, yüzlerden daha kolay unutabildiği tespit edildi. Çünkü yüzler çok daha fazla duygusal bilgi içeriyor olabilir. Çalışmanın tekrar tekrar gerçekleştirilmesi gerektiğini ve bu süreçlerin beyinde nasıl mekanizmaları işleme soktuğunun anlaşılması için başka çalışmaların da yapılması gerektiğini belirten araştırmacılar, yakın bir gelecekte kontrollü unutmanın veya unutmaya dikkat vermenin bir terapi yöntemi olabileceğini öne sürüyor.


28 Kasım 2023 Salı

Göbekli Tepe

 Tarihin en eski kült yapılar topluluğu olarak bilinen Göbekli Tepe, Şanlıurfa’nın Örencik Köy’ü yakınlarında yer alıyor. Göbekli Tepe’de yapılan arkeolojik kazılarda, 20’ye yakın tapınak tespit edilmiş ancak bugüne kadar bu tapınaklardan sadece 6 tanesi bulunabilmiştir. Ayrıca, bölgenin yerleşim yeri olarak değil, tamamen ibadet amacıyla inşa edildiği ortaya çıkmıştır.

Bir Neolitik dönem yapısı olan Göbekli Tepe, Mezopotamya’da bilinen en eski şehirlerden 5000 yıl, İngiltere’deki Stonehenge’den 7000 yıl ve Mısır Piramitleri’nden 7500 yıl daha eski. Tarihi M.Ö.12000’li yıllara dayanan bu eşsiz bölge, yerleşik hayatın bildiğimizden çok daha önce başladığını ortaya koyuyor.

80 dönümlük bir arazi üzerine kurulan Göbekli Tepe; 10-12 adet, T şeklinde olan ve üzerine hayvan motifleri işlenmiş dikili taşlar ile çevrelenmiş bir alandan oluşuyor. Yuvarlak bir planda dizilen taşların arası taş duvarla örülmüş, taşların kalınlığı ise 1,4 metre, boyları ise 12 metre. Göbekli Tepe’nin merkezinde ise diğerlerine oranla daha uzun iki dikili taş karşılıklı olarak yerleştirilmiştir. Bu taşların boyları 3 ila 6 metre, ağırlıkları ise 40 ila 60 ton arasında değişiyor. Karşılıklı olan taşların, arınmış iki insanı simgelediği düşünülüyor. Dikili taşların büyük bölümünün üzerinde insan, el-kol, çeşitli hayvan resimleri alıyor. Taşlar üzerinde en sık görülen hayvan motifleri ise; boğa, tilki, yaban ördekleri, yaban domuzu, akbaba ve yılan.

Bir kısım arkeolog, figürlerin tapınağı ziyaret eden kabileleri sembol ettiğini iddia etse de bu motifler ile ne anlatılmak istenildiği hala bulunamamıştır. Göbekli Tepe arkeolojik kazıları sırasında, üç boyutlu kabartma şeklinde yapılan betimlemeler de bulunmuştur. Bu betimlemelerden en çok dikkat çekeni, T biçimindeki sütunun yan tarafından aşağıya doğru iner biçimde tasvir edilen aslan kabartmasıdır.

Söz konusu dönemde taşların nasıl taşındığı, nasıl dikildiği ve kabartmaların nasıl yapıldığı bugün hala bilinmiyor. Göbekli Tepe kazı çalışmalarında çalışan arkeologları ve tarih meraklılarını heyecanlandıran da bu bilinmeyenler. Çünkü bu bilinmeyenler gün yüzüne çıktığında insanlık tarihi yeniden yazılabilecek.

Göbekli Tepe’deki kült yapıların tarım ve hayvancılığın başladığı döneme yakın bir zamanda, son avcı grupları tarafından inşa edildiği düşünülüyor. Bu tarihi mekânın M.Ö. 8000’li yıllara kadar inanç merkezi olarak kullanıldığı, daha sonra ise terk edildiği anlaşılmaktadır. Arkeolojik kazılarla ulaşılan bir diğer sonuç, Göbekli Tepe’nin tapınak dışında başka bir amaç ile kullanılmamış olmasıdır. Yapıldığı yıldan tahmini bin yıl sonra, tonlarca toprak ve çakmaktaşlarıyla tamamen gömülen Göbekli Tepe’nin neden gömüldüğü de hala bilinmiyor. Bu tapınağın hiç bozulmadan bugüne kadar kalması ise arkeolog başta olmak üzere herkesi şaşırtıyor.

1995 yılında Şanlıurfa Müzesi başkanlığında ve Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt’in danışmanlığında başlayan kazı çalışmalarının ardından 2007 yılında çalışmaların başkanlığına da Klaus Scmidt getirilmiştir. Kazı çalışmalar yılda iki kere olmak üzere Nisan-Mayıs ve Eylül-Ekim aylarında başlıyor ve her biri 10 hafta sürüyor.

Göbekli Tepe, geçtiğimiz yıllarda UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne de girmiştir.